HAYATA DAİR KÜÇÜK DOKUNUŞLAR
Çok büyük sorun yaptığımız, hayatın akışını etkileyen takıntılarımız vardır bazen. Geriye dönüp bakarız bunun için mi yapmışız, bunun için mi üzülmüşüz diye, kendi kendimize hayıflanırız bazen. Bazen de çok önemsiz olmayan şeyler için kırıvermişiz sevdiklerimizi.
Kendimizi ve kırıp döktüklerimizi toparlamak için çok basit kelimeler veya eylemler yeterli olacaktır belki de. Lakin ya vakit bulamayız düzeltmeye, ya da gururumuza dokunur, kendimizi hep haklı gösteren tarafımıza söz geçiremeyiz. Sonra bir bakarız kayıplar üst üstüne gelmiş, koca dünyada yapa yalnız kalmışsızdır.
Bir çocuk bir bardak kırar evde, baba veya anne bağırır, dikkat etsene. Bir başka baba veya anne bir şeyin var, mı iyi misin der. İlk anne baba için bardak daha önemlidir evlattan, ikinci anne baba için evlat daha önemlidir bardaktan. Sonra bir bakmışsındır hayat ödülünü vermiş veya hesabını kesivermiştir size. Evlat demiştir ki; benim annem babam her şeyden kıymetli, öbür evlat demiştir ki, benim annem babam olsa da olur olmasa da. Bir taraf ruhuna dokunmuştur, bir taraf da nefsine dokunmuştur evladın. İşte evladının ruhuna dokuna bilenler Kuran da dediği gibi gerçek anne babalardır, diğerleri ise sadece fiziki anne ve babalardır.
Birde evlat vardır, dünya varlığı için anne babaya tavır yapan, eziyet eden, binlerce ayakkabı, elbise, araba, ev varken alabileceği. Mal, mülk varken telafisi olan nesnenin, oda bilmez veya bildirilmemiştir, annenin babanın varlığının ne denli büyük bir nimet olduğu. Yarına kalkmanın belli olmadığı bir dünyada, yarın olmadığını bildiği bir anne babaya, bu gün nasıl davranırdı acaba! Bilen ve bildirilen evlat öylemi, o soyu kesik olmayan bir neslin ölmez eseridir. İşte düşünemiyor insan veya güncel hayata dalıp da boğulduğunun bile farkına varamıyor. Oysa çıkıp hayatın içinden, nefes almayı , yani çekilip bir kenara sakince düşünebilmeyi akıl edebilmeli. Beş dakika olsa da duygudaşlık yani karşısındaki sevdiğinin yerine kendisini koyabilmeli insan.
Evinde bir tas çorba yapıp eşini bekleyen kadına veya anahtarı olduğu halde zile basan eşine, insanoğlu seni özledim, seni seviyorum diyebilmeli ve bilmeli ki eşini sevmeyen bir kadın kafasına silah dayasan o çorbayı kocasına yapmaz, yapsa bile tuzunu, yağını koymaz. Bilmeli ki bir kadın kocası anahtarı olduğu halde zile basıyorsa kapı açıldığında, sevdiğini görmek istiyordur karşısında ve bunu anlamalı. İşte hayat budur bazen, bir terazinin kefesinde, iki dudağın ucunda, ya da uçurumun kıyısında ki farkındalıkta.
Eğer bunları yapamıyorsa insan, kalbi taşlaşmış demektir, örneklemek gerekirse de, susuz kalmış çiçek gibidir. Hemen birkaç adım geri gitmeli, yanlış bastığı izlere bakarak, yeni bir güzergâh belirlemeli, geçmişini paylaştığı insanlarla güzel günleri hatırlamalı, tıkanan o sevgi damarlarını tekrar açmalı, kalbini ve aşkını tazelemeli. Biz genelde kendimize düşman ararız her işimiz ters düştüğünde, oysa düşman dışarıda değil içeridedir. Bir elbise alırken dikkat ederiz de, devamlı bizimle hayatımızı paylaşan insanları, elbise seçerken gösterdiğimiz özeni göstermeyiz… Örnek vermek gerekirse elbiseyi seçerken , kalıbı üzerimize uyuyor mu , rengi bize uygun mu, kışın bizi sıcak tutar mı, yazın terletir mi, dokusu hoşumuza gidiyor mu, gibi bir sürü kriterleri hemen sıralarız . Ama hayatımıza giren insanlar için bu seçici özelliklerin hiç birini kullanmak aklımıza gelmez. Biraz nefsimize hoş geliyorsa, bide çıkarımız varsa, hemen onu hayatımıza dahil ve ortak ederiz. En ufak zarar gördüğümüzde de suçlu ilan ederiz. Her insanın fiziğini örten bir elbise olduğu gibi, ruhaniyetini sarıp sarmalayan bir elbisesi vardır. Buna TAKVA elbisesi deriz, insanın takva elbisesinde bir yırtık varsa yaşadığımız olayların rüzgarıyla üşürüz, üzülürüz. Buda karşılaştığımız insanların eksiği değil bizim takvamızın eksiğinden kaynaklıdır. Rabbimiz bizim de taksiratımızı( eksiğimizi tamamlamayı ) nasip etsin, deyip onun mükemmel düzeninin idrakine varmayı ve cenneti yaşayabilmeyi, içimizdeki nefse ( düşmana) galip gelmeyi nasip etsin diyebilmeliyiz.
İçimizdeki Hazine
Zihnin Yolculuğu
Hayatı eskiler bıçak sırtında yürümeye benzetirler. İnsan hayatına yön veren iki unsurun varlığı, bilgi ve o bilgiyi değerlendirebilme yeteneğini irdeleyelim.
Daha derine inecek olursak, bu iki unsuru iki ucu olan bir kılıca benzetebiliriz. Bir ucu ilim (bilgi), diğer ucu iman (değerlendirme, inanç) olarak nitelendirebiliriz.İçimizdeki Hazine köşemizde, meslektaşlarımızdan gelen hikayelerle, bilginin en değerlisi, tecrübe edilmiş bilgileri, yani hayatın içinden, birinci ağızdan sizlere aktarmaya çalışacağım. Günümüz toplumunda bilgiye erişmek internet, televizyon ve diğer iletişim araçlarıyla oldukça kolaylaştı, fakat süzülmüş bilgiye (yaşanmış) ulaşmak zorlaştı. Yani hayat denilen bu denizde yol almak oldukça zorlaştı. Her dalgayı bir olaya benzetirsek, olayların çeşitliliği ve büyüklüğünün değiştiğini gözlemleyebiliriz. Dalgalar daha sık, daha büyük olarak bizlere çarpmaya başladı. Bu durumun neticesinde bir yol gösterici fena olmazdı.
Bir Hızır olsa?
Peki aradığımız bu Hızır’ı nasıl bulacağız veya biz de birer Hızır olabilir miyiz?
İlk olarak Hızır’ın anlamına değinelim:
Toplumsal kanunlarda çoğunluk belirleyicidir. Bunun ilk ortaya çıkışı örf ve adetler olarak bilinir. Deli olarak gördüğümüz kimseler çoğunlukta olsaydı, onlar normal bizler deli olacaktık. Anlaşılmak durumu da böyledir. Akıl gücünü daha az kullanan kimse, bir üst kademedeki insan tarafından, deli diye nitelendirilir. Normal insan, bir üst kademedekini algılayamadığı için Ona zırdeli der. Zır’ın kelime anlamı bütünüyle demektir. Bu durumda zırdeli, bütünüyle deli anlamındadır. Özünde zır güzel bir kelimedir, diğer kelimelerle birleşip güzel anlamlar türetebilir. Mesela zırvalamak kelimesi de günlük yaşamda çokça kullandığımız bir kelimedir. Bütünüyle yalan olarak ifade edebiliriz. Hınzır kelimesini de örnek verebiliriz. Hınzır da bütünüyle aklını kendi çıkarına kullanan demektir. Bir de Hızır vardır. Hı, Ha, Hu Allah’ın isimlerindendir. Bir şeyi onaylarken başımızı sallayarak Hı nidasını kullanırız. Hızır’da bütünü onaylayan demektir. Bir kimse bütünü anlıyorsa, Yaradan’ı anlıyor demektir. Yani Hızır olmuş demektir. Günlük yaşantımızda fark etmediğimiz ve kendilerinin de fark etmediği büyüklü küçüklü, hayatımıza değen bir sürü Hızır vardır. Bizler de Hızır gibi yetişti deriz. Sevgili meslektaşlarım ve Emniyet mensubu arkadaşlarım ve memleketimizin güzel insanları, yarın bir ilkiniz olsun. Hayatımıza dokunan Hızılara bir teşekkür edelim ki, O da Hızırlığının farkında olsun. Hızır’ı tanımak bir ayrıcalık değil, anlayış meselesidir.Sizlerle buluştuğum ilk köşe yazımda ve köşemde, hayatımızı güzelleştiren Hızırlara elimden geldiğince yer vermeye çalışacağım.
Aydın SATI
Emniyet Haber Gazetesi
Gazeteci/Polis Muhabiri
ALTIN DEĞERİNDE Kİ TECRÜBELER
Bu yazımda siz Emniyet Teşkilatı ile tanışma hikayemi anlatacağım.
İşim gereği ticaretle uğraşıyorum. Tecrübesizlik ve toyluğumun dorukta olduğu yılların birindeydim. Ticaret kurallarına bağlı kalmadan, güvene dayalı ticaret meselesi yüzünden bir Pazar günü Emniyet Teşkilatı ve misafir odanız, nezarethaneniz ile tanıştım.
Hafta içi bitiremediğim işleri yetiştirmek adına bir Pazar günü çalışıyordum. İki memur arkadaş gelip, ‘’ağabey hakkınızda şikayet var, emniyette ifadenizi almamız gerekiyor ‘’ dediler.
‘Peki , eğer müsaade ederseniz eve haber vereceğim’’ dedim. Daha sonra bölgemizde bulunan karakola gittik. Bir memur arkadaş ayakkabı bağcığımı, kemerimi, telefonumu ve cüzdanımı almıştı, buna bir anlam veremedim ama istediklerini yaptım. Sizi şu bölüme alalım, sizin ifadenizi alalım derken girdiğim odanın nezarethane olduğunu anlamak saniyelerimi aldı. Nezarette, bankların üzerinde yatan, genç bir adam daha vardı. Selamlaştıktan sonra bende bankın birine oturdum. Yaklaşık bir saat bekledikten sonra, o gün oradan çıkamayacağımı düşünmeye başladım.
Genç arkadaşa dönüp ‘’ne kadardır buradasın?’’ dedim. ‘’Ağabey bir saat sonra çıkarsın dediler, dünden beri buradayım’’ dedi ve biranda bağırmaya başladı. Gürültüyü duyan memurlar gelip ‘’neden bağırıyorsun? ’’ diye çıkıştılar.
Tam o an aklıma karakolda çalışan ve ara sıra görüştüğümüz memur arkadaşım geldi. ‘’ Hüseyin Bey burada mı?’’ dedim. Memur biraz öfkeli bir ses tonuyla ‘’ herkesi de bir Hüseyin’i var zaten ‘’ dedi. Sonra Hüseyin’in soy ismini verdim ve telefon etmek istediği söyledim. Hüseyin’i aradım ve büyük şaşkınlıkla ‘’ Ağabey senin orada ne işin var? ‘’ dedi. Konuyu kabaca kendisine anlattım ve hemen geldi. Hüseyin diğer memur arkadaşa ‘’işlemlerini ben yapayım, odamızda misafir edelim ‘’ dedi.
O an anladım ki, kader beni aradan çıkarmak için, nezaretteki genç arkadaşı bağırttırmıştı. Daha sonra beni gitmem gereke bölgeye götürdüler ve memurun karşısına çıkardılar. Pazar gecesi olmuştu ve bir tek ben vardım. Memur arkadaş gayet tecrübeli birisiydi, durumu detaylarıyla okudu bana baktı ve ‘’bu ağır küfürleri ettin mi? ‘’ diye sordu. ‘’Evet, ettim ‘’ dedim.
‘’Peki silah çektin mi?’’
‘’ Silahım yok ki’’ dedim.
Sonra yüzüme baktı ve ‘’ durum aşağı yukarı belli, dedi.
Mahkeme günü geldiğinde hakim‘in karşısına çıktım. Davacı ortalıklarda yoktu. Hakim durumun ortada olduğunu yatığımız ihracat belgeleri ve el azısı ile verdiği sahitli evaga bakarak şikayetçi olabileceğimi söyledi.
‘’Onunla uğraşmayı haftalar önce bıraktığım, İşimi onu düşünerek yapamıyorum. Bu konuyu da kendimce kapattım ‘’ dedim.
‘’Bizde kapatıyoruz!’’ dedi ve hikaye bitti.
Yaşamış olduğum olayda birçok ders çıkardım.
Eğer kader sizi bir yerlere götürecekse, sizin yerinize başkasını bağırttırıp olması gerekeni yapıyor.
Hiçbir karşılaşma tesadüf değil, hepsi birer kurgu ve biz bu kurguları yaşıyoruz. Bu kurgunun içinde bizler yeteneğimize göre hayatın içinde kendimize bir rol kapıyoruz.
Bize verilen aklın %10’unu kullanabiliyoruz. Bu da demek oluyor ki ; yediğimiz yemeğin %10 ‘unun tadını çıkarabiliyoruz, seviyoruz ediğimizde maksimum %10 sevebiliyoruz, anladım dediğimizde %10’unu anlıyor, yani bu dünyanın %10’unda yapıyoruz her şeyi ve geri kalan %90 başkasının kontrolünde, buna da tevekkül diyoruz.
İşte yaşadığım bu hikayede teşkilatımızın içindeki güzel insanların bana yaşatarak öğrettikleri altın değerindeki tecrübeler için teşekkürler.
Aydın SATI
Emniyet Haber Gazetesi
Gazeteci/Polis Muhabiri
KİMİM BEN!
Yıllarca cevabını aradığım bir soruydu bu, eğer bu sorunun cevabını bulabilirsem, bu dünyada ne yapıyordum ve sonunda nereye gidecektim sorularının cevabını bulacaktım. Hatta bazen cevabı bulamadığımda ne olacak ki deyip boş vermişliğe düştüğüm zamanlar çok olmuştu. Öyle ya arı bal yapıyordu, inek süt veriyordu, eşek yük taşıyordu.
Birisi çıkmalıydı karşıma! Bu soruların hepsin cevaplamalıydı. Musa’nın asası gibi Kızıl Deniz’i yarmalı, beni bütün firavunlardan kurtarmalı ve karşı kıyıya geçirmeliydi. O asa benim hayatıma değmeliydi…
Bazen bir baraj gibi hissediyordum, yılların birikimi vardı haznemde. Birisi gelip kapaklardan birini açmalı, o bilgi akmaya başlamalı ve geleceğime ışık tutmalıydı.
Bu kadar yaşanmışlığın, bilginin değmesi ve aktarılması gereken bir yer olmalıydı. Bunların hepsi boşu boşuna mıydı? Toprağa düşünce beden çöp mü olacaktı? Bu kadar yaşanmışlığın bir mantığı ve dayanağı olmalıydı.
Yıllarca okulda bize söyledikleri bir cümle aklıma geldi. Her soru içinde cevabı barındırır, soruyu iyi okuyun ve iyi anlayın derdi hocalarımız. Doğru ya soru Kimsindi ve içerisinde cevabı olmalıydı.
Kim sin’i çözmeliydim. Sin; gönül, sine demekti! Cevabı bulmuştum. Yaradan da kitabında Yasin diye sesleniyordu insanoğluna. Ya; Ey demekti, Sin’de gönül. Yasin ; EY GÖNÜL diyerek sesleniyordu bizlere..
İpin ucunu yakalamıştım. Peki gönül neydi? Aklımız vardı ama %100 ‘ünü kullanamıyorduk. %10’u kullanıyorduk. Peki ya %90’nı nerede?
Yani 100 litrelik arabanda depo ful ama sen 10 TL yakıt kullanabiliyorsun. Peki 90 litreyi neden koymuşlar ki bir amacı olmalıydı. 10 Litrelik yakıtımızla her şeyi yapıyorduk bu dünyada. Yiyip, içip, çoğalıyorduk yani diğer mahlukların yaptıkları gibi. O zaman anladım ki geri kalan akıl yani %90 yakıt bizi insan yapıyordu. O yakıt HİS ve DUYGU’larımızdı!
Ben de his ve duyguların körüydüm. Beklediğim ve bir türlü gelmeyen Musa’nın asasının yaramadığı denizin içinde yani hayatın içinde boğulmuştum.
Musa bendim, bilgilerimde asam idi. Denizi ben yaracaktım!
Bir bakıma kurtuluşum kendi elimdeydi. His ve duygularımdan haberim bile yoktu. Öyle ya inek sabahtan akşama kadar otlayıp, akşam ahıra gelip, yediklerini çıkarıyor ve geviş getirip süt yapıyordu. Bense hayat denen otlağın içinde sabahtan akşama kadar dolaşıp bir sürü bilgi ediniyordum. Akşam eve geldiğimde, bir günüm nasıl geçti diye kendime bir 20 dakikamı ayıramayıp, günün muhasebesini yapmıyordum. Bir günümün diğer günümden hiçbir farkı yoktu. Görünürde insandım ama bir inek kadar bile bu dünyada değildim.
Aradığım bütün soruların cevabı iki kelimeye bağlıydı. His ve Duygular!
Bunların açılması gerekiyordu. Belki bu bir ömür sürecekti . Her gün hacca giden karınca misali, adım adım, her gün aynı inançla çalışarak!
İnsan olmak kolay değildi ve bunun için bize belki 90 belki 100 yıl belki de Nuh gibi 1000 yıldan 50 yıl eksik bir ömür vermişlerdi, her nefesi altın değerinde..
Belki bu dünya geçiş kapısıydı, bu kapıdan geçmek zamanı bir ömür, kapının anahtarları da akıldı!
Aydın SATI
Emniyet Haber Gazetesi
Gazeteci/Polis Muhabiri