YENİ DÜNYAMIN DÜZENİ
İnsan olmaya çalıştığım, bir şeylerin hep eksik olduğunu düşündüğüm yılarda, kendime sorduğum sorular vardı. Niye bu dünya yaratılmış, ben niye varım, ölümden sonra her şey son mu bulacak, yoksa bir devamı var mı? Ölüm var lakin neden hayat denen gölge âleminde bu şan, şöhret, şehvet arzusu? Sanki bu soruların cevabı kilitli altın dolu bir sandık diye düşündüm ama sandığın anahtarı yok, yani soruların cevabı yok. Beynimin içinde aradığım bir türlü bulamadığım ve en sonunda iyi bir şeyler yapıp ölüm döşeğinde hiç olmazsa elle tutulur bir tarafım olsun dediğim ve hayatımı bu yönde planladığım ve her şeyimle ona göre çaba sarf ettiğim yıllarda, iş haricinde kalan zamanların dağınık yaşantısında tanıdığım insanların hep aynı hisle hareket ettiklerini fark ettim. Aşk’tı bunun adı. Öyle ya kimisi, bir kadına aşıktı, kimi bir erkeğe, kimi paraya, kimisi işine, evine, dağa, denize, ormana, hayvana muhakkak bir şeylere aşıktı ve bütün hayatını aşkı için harcıyordu, sanki bütün varlığını ona adıyordu. Aşkını verecek bir yer bulamayana kedi sevdirip, gene de o aşkına değer katıyordu. Aşkına karşılık bulamayanların bazıları aşkını; rakı şişesinde, bazısı sur dibinde, bazısı Bakırköy’de, bazısı da camide arıyordu. Kim neyi seviyorsa dünyası o kadardı. Kimi bir kadına sıkıştırmıştı dünyasını, kimi parasına, kimi arabasına, kimileri de borcunu ödemek için 20 yılını feda ettiği evine. Beni
ve tanıdığım her insanı saran bu dipsiz cehennem çukurundan kurtulmanın bir yolu olmalıydı. Dipsiz çukur diyorum çünkü insanoğlunun bitmek bilmeyen nefsinin istekleri; daha, daha, daha… Aşkımı bu esaretten kurtarmalıydım, benim için yaratılmış olana köle olmuştum. Varlığına itiraz edemediğim lakin varlığını da kendime ispatlayamadığım her şeyin yaratıcısı olan o büyük gücü aramaya başlamıştım. Öyle ya benim bütün gücümü, gecelerimi çalan sahte aşkları (istek ve arzuları) bitirmeliydim, yoksa onlar benim hayatımı eritip bitireceklerdi. Tabi ilk sahte ilişkilerden hayatıma yapışmış ömür törpülerinden başlamalıydı. Elime bir kağıt alıp tam ortasına bir çizgi çektim, sol tarafına gün içinde veya devamında beni arayıp bir şeyler isteyenleri yazdım, sağ tarafına arayıp halimi soranları veya benim durumumu soranları yazamadım. Fazla beklemem gerekmedi bir ay içerisinde liste bitmişti ve listemin sağ tarafı bomboştu… Yani arkadaşlık, dostluk bütün kelime anlamlarını zırvaya dönüştürmüş, çıplak anlamıyla karşımda ÇIKAR İLİŞKİSİ olarak belirivermişti.
Bunu bilmek yönümü kendime, kendi içime dönmem gerektiği gerçeğine ulaştırdı. Öyle ya o mezara nasıl tek gireceksem bu dünyada da tek ve yalnızdım. Çıkar ilişkisi olan bütün yanlış aşklarım benden alacak sömürecek bir şey bulamadıklarında ne yapacaklardı? Hayat bu ya işlerimin kötü gittiği, yani O
Yaradan’ı bildiğim ama kendime ispatlayamadığım varlığın yardımıyla olduğunu anladığım olayların beni maddi olarak sıfırladığı yıllarda, gereksiz aşklarından ölenlerin yüzde doksanı hayatımın içinden sıvışıvermişlerdi. Geri kalanlarda eski yaptıklarımı ve başarılarımı görenler umudunu kaybetmeyenlerden oluşuyordu. Fakat batık ve bitik bir adama geri gelmeme ihtimali olan varlıklarından vermemek için tonlarca bahane üretip bolca akıl veriyorlardı. Bedeli ödenmeyen bilgi ve tecrübenin bir anlamı olmazmış derlerdi, bu tecrübe çok büyüktü ve acıları da çok büyüktü. Büyük aşkla bağlı olduğum her şey, canımı acıtarak hayatımdan çekip gitmişlerdi. Bir atasözüde; insanın canı yandığı yerdedir diyordu. İşte hayat; kalbim yandığında, canımın yerini öğretmişti. Birkaç cümle ile özetlemeye çalıştığım ve henüz size yazmadığım gerçek aşk hikayesini bulmam ve bu olayları yaşamam beş yılımı aldı. Bana göre bilmeden yaşadıklarımızın karşılığı olarak algıladığım kader kavramı sizleri tanımama ve kendimi ifade etmeme fırsat verdi. Anladığım kadarıyla insan hayatının hikayesi hep aynıydı. Değişen sadece üç şeydi. Kişiler, Yer ve Zaman. Yani benim hikayem her insanın hikayesi, her bir insanın hikayesi ise benim hikayemdi! Ahmet İzmir’de 2011’de yaşamışsa, Mehmet İstanbul’da belki de aynı olayı 2019 da yaşıyordu. Bunu tasavvufta zaman, mekân, ihvan olarak adlandırıyorlardı. Öyle ise anladığım kadarıyla bana sunulan imkanların karşılığını vermeliyim diyerek, köşemizde bir şeyler yazmaya çalıştım. Sonrasında kişiler, yer ve zaman öğretisinden yola çıkıp, milyarlarca senaryosu olan fakat hep aynı hikayeyi anlatan hayat denen senaryodan iyi bir rol
kapmaya çalıştım. Bu öyle bir sondu ki hep aynı (ölüm), lakin bütün roller her insanın anlayışına göre farklı yorumlanmıştı. Sahte aşklardan kurtulmaya başladığım, zaman kavramının benim için
çalışmaya başladığı yıllarda, yaşayan bir mahluktan, yavaşça düşünen, sorgulayan, araştıran, kendine vakit ayıran bir mahluk şekline dönmeye başlamıştım. Bu kendine dönüşün beni daha derin bir aşka götürdüğünü fark etmiştim. Bir gün gittiğim hastanenin odasının kapısında yazan bölüm levhası
arayışımın varlığını ispatladığını fark ettim. Levhada Ruh Sağlığı ve Sinir Sistemi yazıyordu. Bilim ruhun varlığını kabul ediyor, sinir sistemi ile olan bağını araştırıyordu. Bu benim için anahtarı aşk olan sandığın içindeki diğer kilitli sandığın ismiydi ve anladığım, aradığım üst üste kilitlenmiş sayısını
bilemediğim sandıkların içine gizlenmiş bir hazineydi. Ama her sandık açıldığında içindeki hazinelerini sana sunuyordu. İlk sandığın hazinesi bile muhteşemdi. Hayatımdan yalancı aşkları, yalancı dostlukları çıkarmış, fark etmediğim, beni üzen, ömrümü kısaltanlardan bir kısım insanların ruhuma ve
sinir sistemime yaptıkları baskıdan kurtarmıştı. Yani ikinci sandığın üzerindeki perdeyi kaldırmış, aşkın tarifini bana yeniden yaptırmıştı. Aşk; artık benim için bilinmeyene ulaşmak için duyulan, karşı konulması imkânsız his ve duygulardı! Her gün sabah kalkıp işe gitmek, akşam eve gelip bir şeylerle oyalanıp, yatıp uyumak, sabah tekrar kalkıp işe gitmek, birbirini aynısı olan kısır döngüden çıkamamanın, ruhuma olan baskısını ve sinir sitemimdeki hasarı fark etmiştim. Nasıl tek yönlü beslenmek, vücutta dengesizliğe sebep oluyorsa, aynı düşünceler de ruhun hastalanmasına ve sinir sisteminin bozulmasına sebep oluyordu. Her gün öğrendiğim şeyler sanki vücuduma giren farklı yemek gibiydi. Başka bir deyişle vücudun gıdası besin, ruhun gıdası da bilgiydi. Yataktan yorgun
kalkan bir insandan, yeni bir güne bir heyecan ile kalkan bir insana dönüşmüş, yeni bir günün getirilerini ve tadacağı yenilikleri iple çeken biri olmuştum. Bu yazıyı en kısa şekilde özetlemek gerekirse; kağıdın ortasından bir çizgi çekin, kendinize hak ettiğiniz vakti ayırın ve Ay ikiye bölünsün. Sağlıcakla kalın.
[EMNİYET HABER- Aydın SATI]
YENİ DÜNYAMIN DÜZENİ 2
Geçen yazımızda kendinize hak ettiğiniz vakti ayırın ve AY ikiye bölünsün diyerek bitirmiştik. İç dünyamızda limitsiz bir zamana sahipmiş gibi hissederiz nedense. Hepimiz biliriz, zaman, bir ölçü birimidir nihayetinde. Bu ölçü birimi fiziki olarak 100, 120, 130 yıl gibi bir uzunluğa sahiptir hayatımızda, bazılarımız içinse daha kısadır. Bize tanınan zamanı uzatamayız ama yaptıklarımızla, yediklerimizle ve içtiklerimizle kısaltabiliriz. Bu ölçülü zamanın sonuna yaklaştığını hissettiğinde, bilgi fakiri insan bile artık sorgulamaya başlamıştır harcadıklarını, zamanı akışında tutamayıp, kaçırdıklarını.
Her an bir farkındalık, her an bir ayrıcalık aslında. Fark etmeye başladığı anda farklıdır insan ve sonsuz yaşama tutunmuştur.
Zamanı daha farklı kullanmak adına geçen yazımda, hayatımızdaki insanların çaldıkları zamanı anlatmıştık. Bundan sonraki aşamada daha da incelmeli, düşüncelerde iğne deliğinden geçebilmeli. Kitapta dediği gibi; iğne deliğinden geçemeyince DEVE, yani fikirlerinden o inceliğe ulaşamayan insan, yazılan cümlelerin manalarını yakalayamaz. Açamaz sonsuzluğun kapılarını, kıramaz 70 ARŞ’ın zincirlerini! ARŞ'ın tanımından başlayıp, zamanın öneminden bahsedelim. Arşın kelime anlamına baktığımızda; İslam inancına göre, göklerin en yükseği, dokuzuncu gök ve Tanrı’nın katı olarak geçer. İşte bu kata ulaşabilmenin ölçü birimidir Zaman! Yaşadığımız zamanın büyüklüğünü tarif edecek olursak, denizler su damlacıklarıyla doludur. O denizin büyüklüğünün yanında bir damlanın büyüklüğünün yok hükmünde sayılması, sonsuz zamanın içindeki bir yüzyıllık büyüklüğüne benzetebiliriz. Yani bu dünyada ne kadar az kaldınız bir bilseniz ayetini anlamaktan nasıl bu kadar gafil kaldığımız, az bir kazanç için sonsuz zamanı yok ettiğimiz ve dünya işinin meşguliyetini tam bir Yahudi ticaretine dönüştürdüğümüzü, bu alışverişin zararını kendi önümüze yatırmalıyız. Eğer insan her an bir oluşta ve yaradılışta ise zamanın değirmeninden, öğütücülüğünden kurtulabilir. Her öğrendiği bilgi, bir oluş, bir varoluştur. Her bilgi sonsuzluğa açılan bir kapıdır. Kimisi bunun kıymetini bilir fikreder, kimisi uykudadır kendine zulmeder.
Bir insanın fikredebilmesi için öncelikle zulümden kurtulması gerekir. Zulümden kurtulmanın başı, geçmiş zamanı geri getiremeyeceğimizi kabul etmektir. O yüzden kırdıklarımızdan özür dilemeli, kırıldıklarımızı affetmeli, Şebnem Ferah’ın şarkısında dediği gibi; “Sil baştan başlamak gerek bazen Hayatı sıfırlamak, Sil baştan sevmek gerek bazen” Her şeyi unutmak. Unutamıyor, özür dileyemiyorsa, affedemiyorsa insan, hiç olmazsa araba kullanırken gösterdiği bilgiyi kullanmalı. Gerektiğinde aynaya bakmayı bilmeli, araba kullanırken nasıl devamlı geri aynasına bakmıyorsa kaza yapmamak için, önündeki yola dikkatini vermeli. Veya önündeki yolu gören Yahya Kemal Beyatlı’nın şiirinin şarkısını Hümeyra’dan dinlemeli. “Artık demir almak günü gelmişse Zamandan, Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan. Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol, Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol. Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli, Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli. Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu! Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu! Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler; Bilmez ki giden sevgililer geri dönmeyecekler. Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden, Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden” Bu dizeler yetmedi ikna olmamıza. Halen zamanı geçmişle harcamaya devam ediyoruz. Bir kat daha aşağıya inelim, zararın arkasındaki karı görelim. Farz edelim ki bir hata yaptık ve özür dileyemiyoruz. Karşımızdaki kişi devamlı bize sen şöyle yaptın diyerek, hatamızla olmadık onlarda bize ateş ediyor, vuruyor. İşte özür dilemek karşındaki kişinin elindeki silahı almaktır. Özür dilerseniz nefsiniz yoktur, dolayısı ile öldürülecek bir şeyde yoktur ve artık olmayan bir şeye ateş edilmez. Bir başka durum affedemediklerimizle ilgilidir. Affetmemiz O’nun iyi veya kötü olmasını sağlamayacaktır. Onu affetmek sizin onu düşünerek harcadığınız zamanı kendi çıkarınıza kullanmak için kazancınızdır. Aksi ise o zulüm kuldan çıkmış sizin cehenneminize dikilmiş ZAKKUM olmuştur, ya da tabutunuza çakılmış bir çivi. Zamanınızı FİKREDEREK geçirmeniz dileğiyle.
Aydın SATI
aaydinsati@hotmail.com